Son bir ayda sosyal medyada yayılan iki video, Türkiye’de uzun süredir var olan ama özellikle son yıllarda daha da keskinleşen toplumsal cinsiyet tartışmalarını yeniden gündeme taşıdı. Konya’da bir göz doktorunun kadın hastasının kıyafetini "teşhircilik" olarak nitelendirmesi ve ardından "Ben teşhirci kadına bakmam." sözleriyle hastayı muayene etmeyi reddetmesi, bu gerilimin tıbbi alan gibi tarafsız olması gereken bir zemine bile sıçradığını gösterdi. Ardından Manisa Devlet Hastanesi’nde bir başka erkek hasta, annesiyle birlikte muayene olmaya gelen bir kadını, yüksek sesle “Burada teşhirci var!” diyerek hedef aldı. Görüntülerde anlaşıldığı kadarıyla kadın, yalnızca şort giymişti.
Bu olayları yalnızca münferit birer vaka olarak değerlendiremeyiz. Yaşanan bu iki olayın bize gösterdiği; derinleşen ahlak ve beden politikalarının, özellikle kadın bedeni üzerinden kurulan toplumsal denetimin tezahürüdür. Kadınların giyimi, kamusal alandaki varlık biçimleri ve bireysel tercihlerinin sürekli sorgulandığı bir ortamda, "teşhircilik" gibi ağır ithamların bu kadar kolay telaffuz edilebilmesi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir meseledir.
Türk Dil Kurumu teşhirciliği “göstermecilik, sergilemecilik” olarak tanımlar. Hukuki ve psikolojik literatürde ise teşhircilik, genellikle bir cinsel sapkınlık biçimi olarak, kişinin rızası olmayan üçüncü şahıslara cinsel organlarını göstermesi şeklinde tanımlanır. Bu tanım, yalnızca mahrem bölgelerin kastî ve cinsel içerikli biçimde sergilenmesini kapsar.
Oysa hastane koridorlarında hedef alınan bu iki kadının hiçbir eylemi bu kapsamda değerlendirilemez.
Ne mahrem bölgelerini teşhir etmişlerdir, ne de bu kıyafetler herhangi bir "cinsel mesaj" içermektedir. Kadının kolunu, bacağını açıkta bırakan bir kıyafeti giymesi, onu teşhirci yapmaz. Asıl sorgulanması gereken, bu kıyafeti cinselleştiren bakış açısıdır.
Kadının kamusal alanda var olma biçimi, kendi yaşamı ve bedeni üzerine karar alması bir kesim tarafından sürekli denetlenmeye çalışılıyor. Bu müdahale biçimleri kimi zaman “ahlak”, kimi zaman “din”, kimi zaman da “gelenek” kisvesiyle sunuluyor. "Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır." der Virginia Woolf
Kadınlar, çocuklar, hayvanlar öldürülürken sessiz kalanlar, ne gariptir ki konu kadın giyimi olunca bağırıyorlar. Kadınların giyimi, bedeni, sesi, kahkahası, mesleği, hatta oturma biçimi bile “toplumsal ahlak” bahanesiyle sorgulanıyor. "Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır" düsturundan geldiğimiz nokta yeni haksızlıkları doğurmak için "bağıran şeytanlara" dönüştü.
Kadınların yaşadığı tüm bu baskılar, denetim mekanizmaları içinde bulundukları toplumun da özgürlük alanını daraltır. Demokratik bir ülkede yaşayan bireyin yaşam tarzına yapılan her türlü müdahale, demokratik toplumsal düzen için ciddi bir tehdittir.
Bugün tartışmamız gereken konu kadınların ne giyineceği değil, toplumun, eşitlik, özgürlük ve insan hakları üzerinden nasıl inşa edeceğimizdir.
Yaşanan bu iki olayda asıl teşhir edilmesi gereken kadınlar değil, kadınların özgürlüğü karşısında duyulan tahammülsüzlüktür.
Asıl teşhir edilmesi gereken; bir kadının şort giyinmesi değil, bu şorta cinsel anlam yükleyen zihniyettir.
"Şapkalarımızı giyip, kapıyı iterek açarken kaosa değil, kendi gücümüzün boyun eğdirebileceği ve aydınlatılmış sonsuz yolun bir parçası haline getirebileceği bir dünyaya adım atıyoruz." Virginia Woolf
NOT: Ben bu köşe yazısını yazarken İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Manifest Grubunun sahne performansı için "hayasızca hareketler" ve "teşhircilik" suçlarından kaynaklı soruşturma başlattı.